Arkadaşlarla bu Ramazan, bir iftarımızı aşevinde açtık. Bir vakfın alt katında bulunan yemekhaneye girmeden önce, evsizlerin ve ellerinde torbalarla gelenlerin geçmesini bekledik. Bizim gibi başkaları da vardı: öğrenciler, yolu bir şekilde buraya düşenler. İçeriye, tek seferde yalnızca bir masanın bir tarafını dolduracak kadar misafir alınan bu kasvetli yerde, hayatın içinde pek denk gelmeyeceğimiz insanlarla beraberdik.

Vakit yaklaşınca içeri girip dördümüz karşılıklı oturmak istediğimizde, bir görevli “Burada kimse ayrıcalıklı değil!” diye bağırdı. Ayrıcalık? Hiç beklemediğimiz bir tepkiydi. Arkadaşlarınla karşılıklı oturmak, sohbet ederken yemeğini kaşıklamak bir üstünlük emaresi midir? Hiç kadın yoktu, haliyle ailesiyle gelen de. Buraya gelebilmek bir imtiyaz mıydı?

Yemekler, altı kişilik kaselerde masada elden ele servis edilmişti; su, büyük ihtimalle musluktan sürahilere doldurulmuştu. Ramazan’da verilen iftar sofralarının yanında, buradaki yemek ancak karnını doyuracak kadardı, üstelik biraz da dokunabilecek türdendi. Karnı doyanlar mutluydu; ezanla beraber duyulan tek şey kaşık sesiydi. Yemekler yenince herkes tabağını alıp arkadaki kirli tabakların üstüne koydu ve çatal kaşığı, içi temizlik malzemesi karıştırılmış su dolu büyük kovaya attı. Sonra herkes, eski hayatına, yerine dönmek üzere ayrıldı.

Rahatsız olan sanırım sadece bizdik: bu şehrin kendi yediğinden ikram etmemesinden, bazı hakların ayrıcalık bilinmesinden ve farkında olmadığımız başka sebeplerden.