İstanbul bugün beyaz yorganının altında dinleniyor. Ne trafikten ne gürültüden eser kalmış. Küçük bir Anadolu kasabası gibi. Çetin hava şartlarına rağmen çalışanlar, güçlük çekenler de var. Yine de bugün şehrin yükü hafif, etrafa karın getirdiği bir mutluluk hâkim. Çoluk çocuk, hemen hemen herkes sokaklarda gülüşüyor, oyun oynuyor, şakalaşıyor.
Arkadaşımın “Tam bu havaların şarkısı.” diye gönderdiği Within1 çalıyordu. Sözleri hoşuma gidince kulak verdim:
Anlamadığım bir sürü şey var
İçimde açıklayamadığım bir dünya.
Keşfedilecek birçok oda var, fakat kapılar birbirinin aynı.
Kayboldum, hatta adımı bile hatırlayamıyorum.2
Doğanın içinde hissetmenin getirdiği huzur ve bir şeyleri yetiştirmenin telaşından uzaklaşmayla gelen dinginliğin etkisiyle, kendimle baş başa kalmışlığımdan olsa gerek, sözlerinden etkilendim. Yolumu kaybettiğim, kimi zaman nerede olduğumu unuttuğum, seçeneklerin çokluğu arasında kendime bir yol seçip devam ettiğim, ilerlerken arkama bakıp acaba dediğim anlar birer birer aklıma geldi. İyi ki ve keşkeler birbirine geçti. Neredeyse kendimle kavga edecektim.
Belirsizliklerin farkında olduğunda korkup saklanmak da bir tercih, korkuya rağmen yeni bir dünyaya adım atmak da. Nitekim ne bütün kapıları aynı anda açacak kudrete sahibiz ne de hepsini tek tek açacak bir ömre. En iyisi, birini seçip odadan içeri dalmak.
There are so many things that I don’t understand
There’s a world within me that I cannot explain
Many rooms to explore, but the doors look the same
I am lost, I can’t even remember my name ↩︎